26 Ekim 2018 Cuma


                                         YAŞANILAMAMIŞ  ÇOCUKLUKLAR                                                        
Çocukluğum orta hâlli bir şehrin orta hâlli sayılabilecek bir mahallesinde geçti. Mahallede birçok arkadaşım vardı. Onlarla birlikte mahallede top oynadık, apartmanların zillerine basıp kaçtık, dertlerimizi, üzüntülerimizi, sevinçlerimizi paylaştık. Birlikte çok güzel zamanlar geçirdik. Hiçbirimizin elinde son model telefonu ya da ayağında pahalı spor ayakkabısı yoktu ama hiçbirimiz halimizden şikayetçi değildik. Çünkü şunu biliyorduk ki sahip olduğumuz birçok değerli şey vardı şükretmemiz gereken. En azından barış içinde yaşadığımız bir ülke ve başımızı soktuğumuz sıcacık yuvalarımız vardı. Biz şanslı çocuklardık çünkü çocukluğumuz dünyada çocukluğun en dolu, en güzel geçirilebileceği yerlerden birinde geçti.
 Ne yazık ki Dünya’daki birçok çocuk benim kadar şanslı değil. Dünya’nın birçok bölgesinde, özellikle Orta Doğu’da, savaş, açlık, ölüm gibi hayatı birinci derecede etkileyen faktörler yüzünden çocuklar maalesef ya çocukluklarını tam yaşayamadan erken yaşta “büyüyorlar” ya da belki de daha Dünya’yı hiç tanıma fırsatı bulamadan küçücük bedenleriyle Dünya’ya veda ediyorlar.Yaklaşık 6 yıldır her gün haberlerde gördüğüm ama artık tepki vermemeye başladığım Suriye’deki savaş görüntüleri her ne kadar benim için bir rutin haline gelmişse bile bu savaş hâlen bir yerlerde masum çocukların çocukluğunu çalmaya devam ediyor. Savaş kimi çocukların annesini, babasını, kardeşlerini alıyor, kimi çocukları sakat bırakıyor, kimilerinin de hayatını elinden alıyor.Ülke olarak birçok fedakarlık yapıp binlerce Suriyeli çocuğu ülkemizde misafir ediyor olsak bile hâlen birçok çocuğun Suriye’de savaşın içinde yaşıyor olması beni çok rahatsız ediyor. Düşünsenize daha dünyayı yeni yeni tanıyan, sokaklarda top oynayan, tek gayesi eğlenmek olan “minik” insanların üstüne her gün yüzlerce bomba, binlerce mermi yağıyor. Çocuk bu, elbette savaşı, bombaları, mermileri bile bir oyun haline getirmesini bilir fakat anne, baba ya da kardeş ölümü gibi bir çocuğun dünyasında çok büyük yıkımlara yol açabilecek olaylar da bir çocuğun daha çocukluğunu tam yaşayamadan onu elinden alıp çocuğun erkenden “büyümesine” neden olabiliyor.
  Daha çocukluğunu tam olarak yaşayamadan bir anda kendisini savaşın tam ortasında bulan Anne Frank de erken yaşta “büyüyen” binlerce çocuktan yalnızca bir tanesi. Onun hayatını anlatan 1959 Hollanda yapımı “Anne Frank’in Günlüğü” filmini izlemeden önce daha önce de belirttiğim gibi savaş benim için her gün haberlerde gördüğüm görüntüleri izlemekten ibaretti. Savaş, savaşın olduğu bir ülkede hayatını devam ettirmeye çalışmak, bugün birlikte koştuğun, oyunlar oynadığın, yanında huzur bulduğun insanların yarın öbür gün kör bir kurşuna kurban gitmeyeceğinin ya da rastgele atılan bir bombayla parçalara ayrılmayacağının garantisini verememek benim çocukluğumun dünyasında olan şeyler değildi. Bu nedenle, filmi izledikten sonra Anne Frank’in yaşadıklarını sindirebilmek benim için  hiç kolay olmadı. Günlerce kendimi Anne Frank’in yerine koyup onun yaşadıklarını hissetmeye çalıştım ama onun yaşadığı şeyler bana o kadar yabancıydı ki... Hani derler ya “Anlatılmaz, yaşanır.” diye, işte savaş da böyle bir şey olmalı, sadece yaşayanın anlayabileceği bir şey.
Maalesef çocukluğunu yaşayamayan insanlar sadece Anne Frank’le sınırlı değil. Hâlen dünyanın dört bir tarafında binlerce “Anne Frank” var. Sırf dini, dili, ırkı ya da rengi farklı olduğu için  dövülen, sakat bırakılan, toplama kamplarında ölüme terk edilen binlerce Anne Frank...Bu insanların çocukluğunu onlardan çalanlar uzaylı ya da evrenin başka bir yerinden gelen yaratıklar değil, onlar da bizler gibi iki gözü, iki kulağı, ağzı olan birer insan. Dünya tüm çocukların harika bir çocukluk geçirmesini sağlayacak bir güce sahip fakat onlardan çocukluğunu çalanlardaki öfke, kin, aç gözlülük var olduğu sürece aynı şekilde Anne Frank’ler de var olmaya devam edecek.
Özetlemek gerekirse, Dünya, içinde bulunan tüm insanların çocukluğunu yaşayabilmesi için gereken her şeye sahip muazzam bir gezegen; yeter ki öfkemizi, hırslarımızı, açgözlülüklerimizi bir kenara bırakıp bir insanın sahip olabileceği en değerli hazinelerden biri olan çocukluğu onlardan çalmayalım. Yeter ki bir karış toprak uğruna binlerce çocuğun gülümsemesini onların elinden almayalım. Umarım Dünya’daki her çocuk tıpkı benim gibi çocukluğunu rahatça, eğlenerek, barış içinde yaşar.Yazımı Anne Frank’ in toplama kampında ölmeden 2 ay önce günlüğüne yazdığı şu sözlerle bitirmek istiyorum:”Herkes uyumadan önce her gece o gün başından geçen olayları bir sıradan geçirip hangilerinin yanlış olduğunu düşünseydi kim bilir dünya ne kadar daha güzel, daha yaşanası bir yer olurdu.”(Frank 75).
Mehmet Akif Sabuncu
KAYNAKLAR
Frank, Anne. Anne Frank’in Hatıra Defteri*Amsterdam. Epsilon Yayınları, 2015. Baskı.



                  BOSNA'DAKİ İSTİKRARSIZLIĞIN TEMEL SEBEBİ: DAYTON ANLAŞMASI
           Eski dilde "iyi insanların ülkesi" anlamına gelen Bosna, Balkanlar'ın çok dinli ve kültürlü yapısının belirgin bir tezahürüdür. Kadim bir tarihe sahip olan ve sahip olduğu doğal ve tarihi güzelliklerle özellikle Türk turistlerin gözde mekanı olan Bosna Hersek, adeta bir doğal açık hava müzesi. Ancak Bosna'daki genel hava dışarıdan göründüğü kadar parlak değil. Bosna bugünlerde ekonomik ve siyasi pek çok sorunla mücadele etmeye çalışıyor. Çok yavaş gelişen ve git gide istikrarsızlaşan ekonomi, eğitimli genç nüfusta %60'lara varan işsizlik oranı, siyasetteki rüşvet ve yolsuzlukların had safhaya ulaşması ülkenin sorunlarından yalnızca birkaçı. Ülkenin saymakla bitmeyen sorunlarını ayrı ayrı incelemeye elbette kimsenin nefesi yetmeyecektir. Ancak bu saymakla bitmeyen sorunların hemen hemen hepsinin var oluşunun tek bir sebebi var: Dayton Anlaşması.
          Uzun yıllar boyunca 7 farklı ulusun(Sırp, Hırvat, Boşnak, Makedon, Karadağlı, Sloven, Kosovalı) barış içinde yaşadığı Yugoslavya'nın Haziran 1991'de Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlık ilan etmesiyle dağılma süreci başladı. Nüfusunun büyük çoğunluğunu kendi vatandaşlarının oluşturduğu Hırvatistan ve Slovenya'nın bağımsızlığından ilham alan Bosna Hersek, Mart 1992'de ülke içinde oylanan bağımsızlık referandumundan(referandumu Sırplar ve Hırvatlar boykot etti) ezici bir çoğunlukla "Evet" çıkmasının ardından bağımsızlığını ilan etti. Lakin Hırvatistan'ın ve Slovenya'nın aksine çok uluslu bir nüfus dağılımına sahip olan Bosna'da(%45 Boşnak, %36 Sırp, %15 Hırvat, %4 diğer) bağımsızlık süreci maalesef barışçıl olmadı. Bosna'nın Yugoslavya'dan kopmasını hazmedemeyen "Büyük Sırbistan" hayaline sahip Bosnalı Sırp milliyetçilerinin silahlı olarak örgütlenip Nisan 1992'de başkent Saraybosna'yı kuşatmasıyla Bosna Savaşı başladı. Binlerce insanın ölümüne ve milyonlarca insanın evini terk etmesine neden olan savaşa ülkedeki Hırvat'ların da katılmasıyla savaşın bilançosu git gide ağırlaştı. Nihayet bu savaşın artık bir son bulması gerektiğine inanan Batılı liderlerin girişimleriyle 21 Kasım 1995'te ABD'nin Ohio eyaletinin Dayton kentinde bir araya gelen Bosna lideri Alija Izetbegovic, Sırbistan lideri Slobodan Milosevic ve Hırvatistan lideri Franjo Tudjman'ın imzaladığı Dayton Anlaşması'yla Bosna savaşı soma ermiş oldu. Dayton Anlaşması fiili savaşı sona erdirse de pek çok problemin baş göstermesine neden oldu, olmaya da devam ediyor.
           Öncelikle belirtmeliyim ki, Bosna Hersek Dünya’daki en karmaşık anayasal sisteme sahip ülkelerden birisi. Dayton Anlaşması Bosna Hersek’i Boşnak ve Hırvat’ların kontrolündeki Boşnak-Hırvat Federasyonu ve Sırp’ların kontrolündeki bir Sırp Cumhuriyeti olmak üzere etnik kökene dayalı şekilde iki devletçiğe ayırdı. 3.8 milyon nüfuslu bu küçücük ülkede 2 devlet, tam 3 cumhurbaşkanı(evet yanlış okumadınız, ülkenin 1 Boşnak, 1 Sırp ve 1 Hırvat olmak üzere tam 3 tane cumhurbaşkanı var.), 3 Futbol Federasyonu başkanı, 3 farklı posta sistemi, 3 ayrı bilim ve sanat akademisi, 3 farklı elektrik kurumu vs. var. İdari çalışan sayısının çok fazla oluşu doğal olarak kamu finansmanına ağır bir yük bindiriyor. Ülkedeki bu “3 başlı” sistem bürokratik işlemlerin işleyişinin çok yavaş oluşunun en büyük nedeni. Ülkeyi birleştirmekten daha çok ülkeyi parçalamaya yönelik bir izlenim veren anlaşma ülkeye savaşı fiilen durdurmak dışında henüz bir fayda getirmedi. Bosna Hersek’in Dayton karmaşasanın içinden kurtulması şu an için pek mümkün gözükmüyor. Yalnızca 51.197 km² kara parçasına sahip olan Bosna’da Boşnak-Hırvat Federasyonu(mavi) ve Sırp Cumhuriyeti(pembe) olmak üzere 2 adet “devletçik” var.
            Dayton Anlaşması’nın bir başka olumsuz getirisi de ülkeyi kültürel ve günlük hayatta da ikiye bölmesi. Bugün Bosna’daki devletçiklerin birinden diğerine geçtiğinizde başka bir ülkeye geçmiş gibi oluyorsunuz. Tren lokomotifleri bile değiştirilmiş durumda. İki tarafın polisleri farklı üniformalar giyiyor, vatandaşların izledikleri devlet televizyonları bile ayrı. Hatta kimi hizmetler üçe bölünmüş durumda çünkü ülkedeki Hırvatlar da ayrı hizmet alıyor. Uluslararası aktörlerin ürettiği Dayton ve ekli anayasa Bosna Hersek’teki sorunları çözmek bir yana yeni sorunlar üretiyor. Sorunlar kartopu gibi büyüdükçe vaziyetin içinden çıkılması imkansız bir hal alıyor. Ülkenin yakın bir zamanda ne AB’ye ne de NATO’ya üyeliği de pek mümkün gözükmüyor. Ülkenin içinde bulunduğu çıkmazdan bunalan halkın da ülkeden fazla bir ümidi yok. Ülkedeki işsizliğin %40’ın üzerine çıkması, devletin yeni iş sahaları için yeterli bütçe ayıramaması gibi nedenler yüzünden ülkedeki genç nüfusun içinde de büyük bir gelecek kaygısı var. Ülkedeki gençlerin büyük çoğunluğu ülkeden ayrılıp Batılı ülkelere göç etmenin hayalini kuruyor. Kısacası, Bosna’nın toplumsal dinamiği de ülkedeki Dayton Anlaşması’nın getirdiği karmaşanın yarattığı olumsuz ortamdan bıkmış durumda .               
          Özetlemek gerekirse, Bosna-Hersek şu an için tam bir “umutsuzluklar” ülkesi. Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun ve Sırp Cumhuriyeti’nin isteklerinden taviz vermeyip Dayton haricindeki başka bir anlaşmada uzlaşmaya yanaşmaması ülkedeki mevcut olumsuz durumu daha da güçleştiriyor. Bu mevcut kötü durumdan kurtulmanın tek yolu ise ülkedeki 3 etnik grubun(Boşnak, Hırvat, Sırp) ortak bir anayasa ve ortak bir devlette uzlaşıp Dayton’dan kurtulması. Bosna’nın bütün bir halde normal bir cumhuriyetin çatısı altında birleşmesi haricindeki çözümlerin Bosna’nın yaralarına merhem olması pek mümkün gözükmüyor.İsteklerinden ödün vermeye daha istekli yeni bir nesil gelinceye kadar ne yazık ki geriye Dayton Anlaşması’na saygı göstermekten başka bir çare kalmıyor.
KAYNAKÇA: www.bosnahersek.ba, www.aljazeera.com.tr, BBC Türkçe(Geleceğini Arayan Ülke)
                AVRUPA’NIN ORTASINDA YAŞANAN İNSANLIK DRAMI: BOSNA SAVAŞI
          Bosna-Hersek, Balkan yarımadasının batı kısmında bulunan, eşsiz güzelliklere ve önemli bir tarihe ev sahipliği yapan, farklılıkları ve zenginlikleri bünyesinde barındıran bir ülke.Yeşilin her tonunun rahatça görülebileceği ormanları, uçsuz bucaksız nehirleri ve dağlarıyla adeta bir açık hava müzesi görünümü veren Bosna, çok değil sadece 25 yıl önce çok büyük ölçekli bir savaşa ve vahşete tanıklık etti. 300.000 bin insanın hayatını kaybettiği, 2 milyon insanın evini terk ettiği ve Dünya’nın seyirci kaldığı savaş 3 yıldan fazla sürdü. 14 Aralık 1995’te imzalanan Dayton Anlaşması ile sona eren savaşın etkileri aradan geçen 25 yıla rağmen hâlen hissediliyor.

          Farklı etnik kökenlerin(Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Sloven, Karadağlı) yıllarca barış içinde bir arada yaşadığı Yugoslavya, ülkeyi 35 yıl boyunca demir yumrukla bir arada tutan Tito’nun 1980’deki ölümünün ardından çalkantılı bir süreç içine girdi. Tito’nun ölümünün ardından göreve gelen Sırp lider Slobodan Milosevic’in aşırı milliyetçi bir politika izlemesi, ülkede bulunan diğer etnik kökenli grupların bağımsızlık hareketlerini başlatmalarına zemin hazırladı. Haziran 1991’de bağımsızlığını ilan eden Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığının Avrupa Birliği(AB) ve ABD tarafından direkt olarak tanınması Yugoslavya’daki diğer etnik grupları bağımsızlık konusunda cesaretlendirdi. Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığının AB ve ABD tarafından tanınmasından cesaretlenen Bosna Hersek Kasım 1991’de bağımsızlığını ilan etti ancak Hırvatistan’a ve Slovenya’ya gösterdiği toleransı Bosna’ya göstermeyen Batılı devletler, Bosna’nın bağımsızlığının tanınması için ülkede bir referandum yapılmasını şart koştu. 1990’da yapılan sayımlara göre nüfusunun %45’ini Boşnakların, %36’sını Sırpların ve %15’ini Hırvatların oluşturduğu Bosna’da bağımsızlık referandumu 1 Mart 1992’de yapıldı. Ülkedeki Sırpların boykot ettiği referandumdan ezici bir çoğunukla evet çıkmasının ardından Bosna Hersek 3 Mart 1992’de bağımsızlığını ilan etti ve AB ve ABD tarafından bağımsızlığı tanındı(Hırvatistan, Slovenya ve Bosna Hersek’in bağımsızlıkları Mayıs 1992’de BM tarafından da tanındı.). Ancak bu bağımsızlık süreci ne yazık ki barışçıl olmadı.

           Bosna’nın Yugoslavya’dan kopuşunu hazmedemeyen ve Bosna’yı “Büyük Sırbistan”ın bir parçası olarak gören ülkedeki milliyetçi Bosnalı Sırp’ların silahlı olarak örgütlenip Nisan 1992’de başkent Saraybosna’yı kuşatmasıyla Bosna Savaşı başladı. Başlarda, savaşın Dünya kamuoyu tarafından “küçük bir ayaklanma” olarak görülmesinden ve pek yankı bulmamasından cesaretlenen Sırplar, ülkede büyük bir etnik temizlik(soykırım) hareketi başlattı. Dünya’nın en güçlü ordularından biri olan Yugoslavya ordusunun hemen hemen bütün teçhizatının Sırpların elinde olması ve Yugoslavya ordusunda bulunan birçok Sırp askerin Bosna’daki Sırplara yardım için Bosna’ya gelmesiyle Sırplar savaşın ilk aylarında Boşnaklara karşı büyük bir üstünlük kurdu. Sırpların hastaneleri ve pazar yerlerini bombalaması ve yüzlerce insanın ölümü, savaşta esir edilen Boşnakların toplama kampına atılması ve onlara karşı uygulanan işkencelerin uluslararası basında yer bulmaya başlaması, Sırp askerleri tarafından Boşnak kadınlara yönelik sistematik tecavüz vakalarının had safhaya ulaşması gibi tüm Dünya’nın tepkisini çeken uygulamalara daha fazla sessiz kalamayan BM nihayet Haziran 1992’de savaşa müdahil oldu.

          Savaşta Boşnaklara karşı savaşan tek etnik grup Sırplar değildi. “Büyük Hırvatistan” hayalindeki Bosnalı Hırvatlar da Boşnaklara bir hayli zarar verdi. Özellikle Bosnalı Hırvatların, Hırvatistan sınırında yer alan ve önemli bir sayıda Hırvat’ın yaşadığı Mostar şehrini ele geçirmek için Boşnaklara karşı uyguladığı vahşet ve Osmanlı yadigarı 500 yıllık tarihi Mostar köprüsünü top atışıyla yerle bir etmeleri,başta Türkiye olmak üzere bütün Dünya’nın tepkisini çekti. Elbette sadece tepki gösterilerek bir şeyler değiştirilemezdi, fiili bir şeyler yapmak gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu ve BM somut bir adım daha atarak Türk, Fransız ve Hollandalı askerlerin yoğunlukta olduğu yeni bir askeri ekiple Bosna’daki etkinliğini artırdı.

           BM savaşa dahil oldukan sonra Dünya basınının ana gündem maddelerinden biri olan savaş, aylar geçtikçe basının gündeminden düşmeye başladı. İşgal edilen bölgelerden toplanıp otellere doldurulan ve sistematik tecavüze maruz kalan Boşnak kadınlar, dağlara yerleştirilen sniperlarla veya şehre atılan rastgele bombalarla acımasızca öldürülen Boşnak siviller, toplama kamplarında insanlık dışı muamelelere maruz kalan esir Boşnaklar uluslararası medya için artık “sıradan” idi. Tıpkı bugün Suriye’de olduğu gibi Bosna’daki savaş manzarasına Dünya “alışmıştı”, ta ki 11 Temmuz 1995’e kadar... Birleşmiş Milletler(BM) tarafından güvenli bölge ilan edilen ve savaş yüzünden evlerini terk etmek zorunda kalan 60.000’e yakın insana ev sahipliği yapan Srebrenica, savaş zamanında BM tarafından özel olarak korunuyordu. Bosna Hersek’in Sırbistan sınırında bulunan bu kent zaman zaman küçük çaplı saldırılara maruz kalsa da kendini bir şekilde savunmayı başarmıştı. Temmuz 1995’e gelindiğinde yavaş yavaş kendilerine karşı üstünlük kurmaya başlayan Boşnaklar karşısında avantaj elde etmek ve gözdağı vermek amacıyla Sırplar, elindeki bütün kuvvetleriyle BM korumasındaki Srebrenica’ya saldırdı. Güvenli bölge ilan edildiği için şehirdeki bütün silahları toplayan ve kenti korumakla yükümlü Hollandalı BM askerleri, Sırplar karşısında neredeyse hiçbir şey yap(a)madı. 10 Temmuz’da şehre elini kolunu sallayarak giren Sırp askerler, kadınları ve çocukları kamyonlara bindirip şehirden gönderdi. Geriye kalan erkekleri toplama kampına hapseden Sırplar 11-15 Temmuz 1995 tarihleri arasında tam 8372 Boşnak erkeği katletti. Bu, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın gördüğü en büyük toplu katliamdı. Özellikle BM’nin Srebrenica komutanı Hollandalı Thom Karremans ile Sırpların komutanı Ratko Mladic’in katliamdan 1 gün önce kadeh kadehe çekilmiş fotoğraflarının görüntüleri ve katliamın görüntülerinin uluslararası medyaya düşmeye başlamasının ardından yükselen tepkilere daha fazla dayanamayan NATO savaşa dahil oldu ve Ağustos 1995’te Sırp birliklerini bombalamaya başladı.

            Kasım 1995’e kadar süren savaş nihayet 14 Aralık 1995’te Sırp lider Slobodan Milosevic, Boşnak lider Alija Izetbegovic ve Hırvat lider Franjo Tudjman’ın imzaladığı Dayton Anlaşması’yla sona erdi. Savaştan geriye 312 bin ölü(50 bini çocuk), 500 bin yaralı-sakat, 2 milyon göçmen, tecavüze uğrayan 50 bine yakın kadın ve ekonomisi ve altyapısı darmadağın olmuş bir ülke kaldı.
.
SAVAŞIN GÜNÜMÜZE ETKİLERİ
Savaşın üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen Bosna Hersek’te birçok insan hâlen savaşı içinde hissetmeye devam ediyor. Öldürüldükten sonra Sırp askerler tarafından toplu mezarlara gömülen kurbanların cesetlerinden bazıları(yaklaşık 15 bin) savaşın üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen hâlâ kayıp. Savaşta Sırp askerler tarafından tecavüze uğrayan Boşnak kadınların doğurduğu yaklaşık 20 bin çocuk da günümüzde Bosna toplumunun en büyük problemlerinden biri. Savaşın Bosna’ya bıraktığı kötü mirastan biri olan bu çocuklar toplum tarafından dışlanıyor, büyük bir kısmı anneleri tarafından istenmiyor ve devlet işlerinde büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Savaşın Bosna’ya getirdiği bir başka büyük sorun ise Dayton Anlaşması’nın getirdiği karmaşa(Dayton Anlaşması ile ilgili daha fazla bilgiyi Politika birimine gönderdiğim “Bosna Hersek’teki İstikrarsızlığın Temel Sebebi: Dayton Anlaşması” adlı yazımda bulabilirsiniz).Savaş her ne kadar 25 yıl önce bitmiş olsa da Bosna için hâlâ sıkıntılar yaratmaya devam ediyor. Aradan 20 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen Bosna’da yeni toplu mezarlar bulunmaya devam ediyor.
LAHEY SAVAŞ SUÇLARI MAHKEMESİ VE SAVAŞ SUÇLULARININ ALDIĞI CEZALAR
Bosna savaşının ardından savaş suçlularını yargılamak için Hollanda’nın(ne kadar ironik) Lahey kentinde kurulan Lahey Savaş Suçları Mahkemesi kurulduğu günden bugüne dek birçok davayı karara bağladı. Başta Srebrenica olmak üzere birçok katliamın askeri sorumlusu General Ratko Mladic(Mayıs 2011’de Sırbistan’ın Zrenjanin kentinde yakalandı) Kasım 2017’de müebbet hapse mahkum edildi. Katliamların siyasi sorumlularından Sırp Sosyal Demokrat Partisi lideri Radovan Karadzic(Temmuz 2008’de Belgrad’da yakalandı) Mart 2016’da insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı 40 yıl ceza alırken, bir diğer siyasi sorumlu Slobodan Milosevic ise Lahey’de yargılanması devam ederken Mart 2006’da Lahey’deki hapishanenin hücresinde ölü bulundu. Mahkeme ayrıca, Mostar Köprüsünün yıkılmasından ve birçok sivilin öldürülmesinden sorumlu tutulan Hırvat General Slobodan Praljak’ı geçtiğimiz Aralık ayında 20 yıl hapis cezasına mahkum etti ancak Hırvat General milyonlarca insanın televizyondan canlı izlediği duruşmada kararın okunmasının ardından yanında getirdiği siyanürü içerek intihar etti. Lahey Savaş Suçları Mahkemesi kurulduğu günden Aralık 2017’ye kadar 6’sı müebbet olmak üzere toplam 90 savaş suçlusu sanığa ceza verdi ve ortada başka bir dava kalmamasının ardından varlığına Aralık 2017’de fiili olarak son verdi.

Her ne kadar Uluslararası aktörler ve BM “Bosna’dan gerekli dersleri aldık.” dese de başta Suriye olmak üzere Dünya’nın birçok noktasında hâlen yeni “Bosna”lar var. Dilerim BM ve diğer uluslararası güçler Bosna’dan ve Srebrenitsa’dan gerekli dersleri gerçekten çıkarır ve umarım bu insanlık dramları bir daha yaşanmaz.
KAYNAKÇA: www.bosnahersek.ba, www.bbc.com.tr, www.aljazeera.com.tr